3 Mart 2010 Çarşamba

Dolmabahçe Hatırası


Tarih 28 Şubat 2010. Günlerden Pazar. Bu tarihin birkaç gün öncesinde mailime düşen Dolmabahçe Sarayı gezisi haberinden sonra içim bir hoş olmuş, kursa gitmekle geziye gitmek arasında sallanıp durmuştum. Son anda doğru kararları vermekte üstüme olmadığının bir kanıtıdır bu yazı.

Bir önceki geziye, tarihi yarımada gezisine gidenler bilir. İstanbul’u felaket bir havanın esir aldığı zamanlardı. Ama yine de gözümüzü karartmış, İstanbul’un dört bir tarafından gelerek tarihimizi yerinden öğrenme fırsatını kaçırmamıştık. En azından ben çok uzun ve meşakkatli bir yolu göze almıştım. Gönüllülük ruhu bu demekti galiba.

Sevgili gezi ekibimiz bu kez rotasını Osmanlı’nın kuruluşunu gerçekleştirdiği topraklardan biraz daha aşağıya, Batılılaşma evresine tanıklık eden bir mekâna çevirmişti.

İlk durağımız Bezm-i Âlem Valide Sultan Camii oldu. Sultan Abdülmecit’in annesinin adını taşıyan bu camii ne yazık ki Valide Sultan’ın ölümünden sonra tamamlanabilmiş. Bilmiyorum diğer arkadaşlar katılırlar mı ama ben mekânın ferahlığında ve aydınlığında bir oğlun annesinden alabileceği bir huzuru ilahi bir huzurla birleşmiş gibi hissettim. Gezi sonrası yaptığım birkaç araştırma da bu annesine düşkün oğul fikrini destekler nitelikteydi. Mekân ayrıca o güne kadar kullanılmamış yeni mimari üslupların denenmesi yönüyle de ayrıca görülmeye değerdi. Şanslıyız ki gittik, gördük.

Sonra efendim, gezinin asıl kısmı başladı. Üşüyen bedenlerimizi Dolmabahçe Sarayı’nın heybetli kapısına doğru çevirdik. Buraya kadar engin bilgisini bizden esirgemeyen sevgili Volkan, görevi uzman rehberimize devretti. Önce Selamlık dairesi inceden inceye gezildi. Süslemeler, kristal avizeler, her köşe başında bekleşen dev aynalar, el işi halılar, boy boy tablolar ve dekorasyon karşısında “Vay anasını, of süper, ihtişama bak!” nidaları gönüllü ekip arasında yükselmeye çoktan başlamıştı. Arada birkaç kişinin –yasak konusunda uyarılmıştık- duvarlara, perdelere, mermerlere dokunmamak için yanındaki kişiler tarafından zaptedildiğine de şahit oldum ben.

Girişteki Medhal salon, üst kata çıkarken geçtiğimiz Kristal merdiven, yabancı devlet elçilerinin kabul edildiği Süfera Salonu, padişahın huzuruna çıkılan Kırmızı Salon derken hepimizi en çok etkileyen Mustafa Kemal’in son günlerini geçirdiği mekânlarda dolaşmak oldu sanırım.

Bir saati aşan Selamlık Dairesi gezimizin ardından birer kahve ve sigara içimlik soluklanarak Harem Dairesine doğru yola koyulduk. Grup içindeki hanımların yüzyıllar önceki hemcinsleri adına oldukça iddiasız bulduğu bu mekân, Selamlık bölümüne göre daha sade, kendi halinde odalardan oluşuyordu. Minimalist eşyalarla döşenmiş çocuk odası ise içimizde sevgi pıtırcıkları uyandırdı – ne demekse- J

Hemen arkasından Camlı Köşk’e de göz atıp iyice acıkan karınlarımızı doyurmak, gördüklerimizi birbirimizle paylaşmak adına Tophane’ye doğru uzun ama keyifli bir yürüyüş gerçekleştirerek gezimizi tamamladık. Nargile ve sıcacık çaylar eşliğinde sohbetler koyulaştı, yeni arkadaşlıklar kuruldu, var olanlar güçlendi. Böylelikle bir gönüllü etkinliğinin daha mutlu mesut sonuna gelindi. Emeği geçen herkesin eline sağlık!

Hamiş: Merak edenler için, “Bezm-i Âlem” dünya meclisi olarak çevriliyor. Bu tamlama hem Valide Sultan’ın bir ön adı hem de Tanrı’nın ruhları dünyaya gönderirken onlardan yeryüzünde de kendisine biat etmeleri için aldığı bir söz anlamındadır.

Çilem Ulun

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder